KARATEPE ÇUKUROVA’DA DAĞLAR İÇİNDE SAKLI BİR KALE KENTİN HÂLÂ ÇÖZÜM BEKLEYEN GİZİNLERİ
Ana sahnede kral Azatiwata’yı popüler yoruma göre güya köfte yerken görüyoruz; yemek masasının altında bir maymun ve bir tavşanı gagalayan yırtıcı kuşlar, danseden ayılar ve ayı güreşi, silah gösterisi yapan askerler ve omuzlarında maymun taşıyan akrobatlar, siması ve boyutları abartılmış çocuğunu emziren anne, tavşanı parçalayan akbabalar, ağ kepçeyle kuş yakalama, üzeri bir bırandayla kaplı kayıkla Ceyhan ırmağı üzerinde safa gezisi, boğa kurbanı, boks maçı, yelpazelerle sinek kovalayan ve kralı havalandıran uşaklar, bu naif sanatın tipik örnekleridir. Sol taraftaki sahnede ise aşçılar ve uşaklar yiyecek içecek ile öküz ve kuzu taşımaktadırlar. Evet Karatepe kralı yemek ve eğlence yanında müzikten de pek hoşlanmaktadır. Müzisyen ve çalgıcılar ziyafete her an eşlik ederler. Her nedense müzik bu bölge halkının iliklerine işlemiştir. Osmaniye, Ceyhan ve Kadirli’nin davul zurna havaları Béla Bartok’u bile büyüleyecek kadar güzeldi. İnsan merak ediyor, müziği “ayıp” ve “günah” sayan anlayış gelmeden önce durum nasıldı ve nağmeler kulaklara nasıl geliyordu acaba diye. Bunun dışında ok atan göstericiler ve diğer eğlence sahneleri, ziyafetin alabildiğine neşeli geçmesini sağlayan öğelerdir ve kralın ormanlar içinde saklı bu güzel şatoda savaş dışında nelerle uğraştığının açık kanıtlarıdır. Karatepe’de betimlenen sahnelerin pek çoğunda, Eski Anadolu’nun yitirilen değerlerinden sirk oyunlarının en belirgin örnekleri görülebilir. Yukarıda belirttiğim müzik konusundaki bağnazlık, o güzelim eğlence, sirk ve olimpiyat oyunları ve dansın da yok olup gitmesine neden olmuştur!
Kazılarda ortaya çıkarılan eserler tanzim edilmiş, yıkılanlar dikilmiş ve çevresiyle birlikte Millî Park ilân edilmiştir, ama Karatepe tüm çabalara rağmen ne yazık ki asla bir turistik yer haline gelememiştir. Köy halkının yaşantısında sandal ağacından yaptıkları kaşıklar ve kaplar dışında bir değişiklik olmamıştır. Eskiden olduğu gibi halâ kilim dokuyarak ve “Karatepe fıkraları” anlatarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. 1959 yılında kapı üstüne yapılan koruma amaçlı beton çatı, ören yerinin otantik görünümünü bozmaya devam etmektedir. Ceyhan nehri üzerine kurulan Arslantaş Barajı ise, çevrenin otantik yapısını değiştirmiştir. Görülüyor ki buraların turizme açılabilmesi sadece kazıp çıkarıp sergilemek, müze depolarını doldurmak, çevre düzenlemesi yapmakla olacak bir iş değildir, ülkenin kültür politikasını tamamen değiştirmesi yanında, insanların şimdiye dek sergileye geldikleri zihin, tutum ve tavırlarını da artık unutmaları, çağı yakalamaları gerekmektedir.
Bossert ve daha bir çok yabancı bilim adamının başını çektikleri iki dilli kitabelerin çözülmesi öyküsü çok sayıda kişi tarafından uzun uzun anlatılmış ve hatta Ceram’ın kitaplarında tarihi romanlara bile konu olmuştur. Fenikece paralel metinler sayesinde, o zamana dek okunması sorunlarla dolu Anadolu Hiyeroglif (Luvi/Hitit Hiyeroglifleri) yazısının çözülmesi hız kazanmıştır. Yazıtların okunmasından Azatiwata’nın Karatepe’ye kendi ismine izafeten Azatiwataya dediği anlaşılmıştır, ama bu müstahkem kalenin Yeni Asur kaynaklarında adı geçen çok sayıda kentten hangisi olduğu, bugün bile tesbit edilememektedir. Bu kentler şunlardır: Que (kent olarak!), Tarzi (Tarsus), Adana, Lusanda, Abarnani, Tunakun, Kisuatni, Lamena, Timur, Pate, Hanna, Usnanis, Illubru, Ingira, Kindu, Sissu ve Pahri/Pahar. Karatepe bunlardan birisi olacaktır, ama hangisi olabilieceği, sanki ancak yazı tura atarak tesbit edilebilecek kadar muallaktadır! Salmanassar’ın yıllıklarında ve Karatepe yazıtında adı geçen Pahri/Pahar kenti olduğu görüşü, bugün artık hiç destek bulamamakta, Misis Yakapınar’daki yerleşime Pahri deme eğilimleri ağırlık kazanmaktadır.
Azatiwata kimdi, yerli birisi miydi, yoksa bir çok hanedan üyesi gibi o da yabancı mıydı, bilinmemektedir. Ama yazıtlarından anlaşıldığı kadarıyla Arami kökenlidir. Bölgenin Hurrilere geri giden yerli halkına yabancı birisi olmasına rağmen, politikası gereği hanedanını eski Adaniya-Danuna geleneğine bağlamakta ve kendisine Danunalar’ın (Dnnym = Danuniyim), yani Adanalalılar’ın kralı, ülkesine de Adana Ovası (Fenikece cmq cdn) demektedir.
Azatiwata’nın babası, akrabası veya daha büyük bir ihtimalle tabi olduğu beyi, Awarikus adında bir şahıstır. Bu şahsın kimliği konusunda ortalıkta bazı sorular dolaşmaktadır. Sırf isim benzerliğinden hareketle onun, Assur kralı III.Tiglatpileser’in M.Ö.738 ve 732 yıllarına ilişkin yıllıklarında kendisine sürekli haraç gönderdiğini belirttiği Que kralı Urikki (M.Ö.738-732) ile aynı şahıs olduğu kabul edilmektedir. Bu kral şimdi de Warikas şekliyle Adana Müzesinde sergilenen Çineköy yazıtında karşımıza çıkmaktadır. Aynı kralın Hasanbeyli, Taşlık Kilikya’nın en batısında eski adı Laertes olan ve Korakesion (Alanya) ile Syedra arasındaki Cebelireis Dağı (Cebel İrez Dağı) Aramice yazıtlarında da adının geçmesi, onun geçici bir süre için de olsa, ta Amanoslardan Alanya’ya kadar genişçe bir coğrafyada hüküm sürdüğünü göstermektedir. Urikki Tiglatpileser’in ölümünden sonra da saltanatına devam etmiş ve eğer bir hanedan ismi olarak birden fazla Urikki yoksa, II.Sargon devrinde de yaşamıştır. Urikki’nin ömrünün sonlarına doğru sürgüne gönderildiği ve sürgünde iken bile Assur karşıtı politikasını sürdürdüğü sanılmaktadır.
Urartu kralı Rusa, Anadolu beylerinin ortak düşmanı Assur’a karşı Frigya kralı Midas ile eşitlenen Muski kralı Mita, merkezi muhtemelen Kululu’da yer alan ve Kayseri ve Nevşehir çevresindeki Tabal kralı ve II.Sargon’un damadı Ambaris yanında Urikki ile de işbirliğine gitmişti. Ama haklı nedenler göstererek ve bu kadar erken dönemde çok sayıda büyük devletle koalisyon ilişkileri kuracak kadar gelişmiş bir Frig devletinin mevcut olamayacağını ileri sürerek, Muski= Frig, Mita= Midas eşitlemesine karşı çıkan araştırmacılar vardır ve bunlar pek haklıdırlar
İnsan anatomisinin bozukluğu veya proporsiyonlardaki beceriksizlik dikkati çeker. Çok abartılı iri bir burnun altında saklanmış gibi duran ağız ve dudaklar, sanki yok gibidir. Çene anatomisindeki bu bozukluk, sıtma gibi tropikal hastalıklardan da kaynaklanmış olabilir ve bu durumda gerçeği yansıttıkları söylenebilir. Kesin sonuç, çağdaş iskeletler üzerinde yapılacak antropolojik incelemelerden sonra ortaya çıkabilir. Evet Kilikya’yı gezip görmüş olan hemen hemen tüm gezginler, burada hem iklimin aşırı derecede sağlıksızlığında, hem de sıtmalı olduğunda hem fikirdirler. Eski ve Orta Çağlarda ekolojik denge son zamanlardaki gibi bozulmamıştı, sarı sıcaklar ve global tozlaşma “yörük kaçırtan sıcağı” dedirtecek kadar etkin değildi. 13. yüzyılda Kudüs’e hacı kafileleri götürme bahanesiyle bölgeyi gezmiş olan Willebrand’ın Kilikya’nın güzel havasını memleketi Almanya’nınkine benzetmiş olması, ya bir yanılgının sonucudur, ya da bölgeyi ilkbaharda gezmiş olmasında kaynaklanmaktadır. Dağlık kesimlerin iklimini de övüyor olabilir.
YAZAR: AHMET ÜNAL
KAYNAK: MUZAFFER YÜKSEL KAYA