MİRAS HUKUKUNUN MİRASI; KİN VE KIRGINLIK!
Sayın Okur,
Bu yazı bilimsel ve akademik çalışma argümanları kullanılmadan; verisiz, rakamsız, tablosuz, grafiksizdir. Yaşadığım çevrede, yaşamım boyunca öznel gözlemlerim ve kanaatlerimdir.
*
Çocukluğumu çok özgür yaşadım. Akranlarım, akrabalarımla bir köyün ortak çocukları gibiydik. “Onlara gitme, onlarla düşmanlığımız var, onlar Alevi, onlar Kürt, onlar Abdal!” gibi sınırlayıcı, yasakçı hiçbir söz işitmedim büyüklerimden. Akraba veya değil, hatta Abdal çadırlarından bile arkadaşlarımız vardı. Kız, oğlan birlikte kuzu koyun otlattık, birlikte erik çaldık bahçelerden, birlikte çimdik derelerin büvetlerinde. Köydeki her ev bizim evimiz, her sofradaki aşa ekmeğe ortaktık. Ufak tefek, anlaşmazlıklar, çeteleşmeler yaşasak da bu gerilim veya küçük kavgaların küskünlüğü bir gün bile sürmezdi. Büyüklerimizden de bir çekincemiz yoktu. Köyün bütün kadınları yaşlarına göre, ebemiz, teyzemiz, bibimiz, ablamız ya da gelin bacılarımızdı. Erkekleri de dedemiz, dayımız, emmimiz ya da ağabeyimizdi.
Bütün bu barış iklimi ve iyi ilişkilere rağmen, zaman zaman babamın komşuları veya akrabalarıyla olan niza ve anlaşmazlıklarına şahit olurdum. Özellikle ya emmi çocuklarıyla ya da dayı çocuklarıyla, tarla sınırı, ortak arazilerdeki bir ağacın kesilmesi, yeni bir fidanın dikildiği yer konusunda veya su sırası ve suyu kullanma konusunda sık sık tartışma çıkar, tatsızlıklar yaşanırdı. Bu olaylar beni çok üzer, bir burukluğa sebep olurdu benliğimde. Çünkü babamın tartıştığı kişi; benim Hüseyin Emmimdi, Hasan Dedemdi, Ali Dayımdı… Hepsi de benim can arkadaşlarımın babalarıydılar. Çocuk aklımla bu olayların sebeplerini arar, kimin haklı olduğu konusunda yargılarda bulunurdum. Ama ne tapudan ne kadastrodan ne adadan ne parselden ne de mirastan, terekeden haberim vardı. Bana göre bahçe de tarla da su da herkese yeterdi! Bölüşemediklerini anlıyordum ve bunun sebebinin hasetlik, kıskançlık olmadığı, babamla yakınlarının mücadelesinin yetmezlik olduğu konusunda hiç tereddüdüm yoktu. Bu inancımı besleyen, destekleyen ve haklı kılan neden yerleştiğimiz yerin veya ekeneklerimizin kırsal, dağlık bir topografyada olduğu idi. Tesellim, bizim ailede olan sorunların diğer ailelerde de görüldüğü idi. Çünkü komşuların ve diğer ailelerde de aynı anlaşmazlıklara şahit oluyordum. Eminim, uçsuz, bucaksız arazilere kurulu ova köylerinde, Çukurova’da böyle bir sorun yoktu!…
Sonra Çukurova’ya götürdü beni yaşam. İşim gereği binlerce dekar arazi sahipleri, Cumhuriyet’in ağaları, Selçuklu’nun beyleriyle yakın oldum. İş ilişkisinden öte dostluklar gelişti aramızda. Ama ne yazık ki mirasa, takıma, tarlaya ait eski derdim yeniden depreşti. Çocuklukta geliştirip, teselli bulduğum; “bölüşememek, kıtlıktandır!” tezi bir anda çöktü. Engin ovada denize kadar uzanan topraklarda da bölüşüm ve paylaşım konusunda aynı sorunlar fazlasıyla mevcuttu. Yani insanımız, kıtlıkta da bollukta da arazi anlaşmazlığı nedeniyle, kardeşleriyle, kayınlarıyla, kuzenleriyle gergindi, küstü. Taş duvarlarla ortadan ikiye bölünen çiftlik avluları, yolları biri birine kapatılmış aile fertleri… Yıllardır mahkemeleşen kardeşler, komşular… İşte o zaman anladım ki bu sorunun sebebi ne insanımız ne yokluk ne de varlıktı. Sorumlu dolaylı ve direkt olarak devletin ta kendisiydi!
Bir kısmı Osmanlı’dan devralınan sorunları, Cumhuriyetin, kuruluşunda toprak dağıtımında yaptığı hata ve eşitsizlik ile daha da büyütmüştü. Kurtuluşta canlarını verenlere hakları olan, işleyeceği, nafakası için gerekli toprak veril-e-memişti. Miras hukuku çağdışıydı, verimli değildi. Parseller her verasette, üçe, beşe, on beşe bölünüyordu. İşletme bütünlüğü kavramı hala planlama çalışmalarında bile değildi. Ülke toprakları ölçülmemişti, sınıflandırılmamıştı. Tapu/kadastro çalışmaları yüz yıldır bir türlü bitirilemiyordu…
Aradan yüz yıl geçti, bugün ne haldeyiz? Bir arpa boyu yol alabildik. Sorunu makyajladık, öteledik, görmemezlikten geldik. Geçmiş bazı odaklar tarafından “Toprak Reformu” adıyla dillendirilen, gündeme getirilen yasalar sağ mütegallibe ve ayan tarafından ustaca engellendi, çıkarılan kanunlar daima kadük kaldı. Çoğalan nüfusunu sanayi ve hizmet sektörlerine kaydıramayan muhafazakâr hükümetler, “çiftlik bütünlüğü” amacından uzaklaşarak parselleri her kuşak değişiminde baklava dilimi gibi böldü.
Geciken bölüşüm, araziyi elinde bulunduran kardeşi, istemeden de olsa ekonomik bir hovardalığa sürükledi. Babasından, atasından kalan toprak ve üretim araçlarının bir kısmının, bir gün elinden alınacağı düşüncesiyle, diğer mirasçılardan yal mal kaçırdı, ya da elindekileri hovardaca savurdu. Bu davranış kardeşler arasındaki öfke ve kızgınlığı geri dönülmez biçimde körükledi. Olay Medeni Kanun’da 1928 yılında yayımlanıp, yürürlüğe girdiyse de kız çocukları hiçbir zaman miraslarını tam olarak alamadı. Gelenekselleşen ve kronikleşen bu sorun aynı ölçüde kronikleşen kırgınlıklar doğurdu. Hatta bazı ailelerde kavgalara neden oldu.
Gidebildiğimiz bu bir arpa boyundaki noktada çağdışı miras bölüşümünün sosyo/ekonomik sonuçları ortada.
– Kent, köy fark etmeksizin; miras bölüşememe yüzünden toplumun önemli bir kısmındaki aileler birbirleriyle küs ve kırgın. Kardeş, kardeşe, enişte, kayına, baldız bacıya kızgın ve öfkeli. Aralarında, sosyal, etik, etnik, siyasal, inanç, ibadet, …. , sorunu olmayan kitleler, miras adaletsizliğinden birbirlerine kırgın, kızgın, küskün hatta öfkeli ve kinli.
Mahkemeler, varisler arasındaki anlaşmazlıktan kaynaklanan ve onlarca yıl sonuca bağlanamayan milyonlarca dosyayla dolu. Bu sürüncemede devletin kasasına giren kırk çeşit harç/haraç ve işin ehli(!) avukatların doymak bilmeyen iştahları da işin cabası.
– Devlet tarafından peşin alınan, tapu ve devir masrafları, neredeyse sahip olunan mal değerine yakın! Yani, sistem sorunun aydınlanıp, ayıklanmasından yana olmayıp, sürüncemede kalmasından, gecikmesinden yana. Bu sayede hazineye gelir, memuruna iş ve rüşvet kapısı sağlamanın keyfinde.
–
– “Böl/dağıt” kolaylığı ile bir saksı boyutuna indirilen tarımsal alanlarda, ekonomik üretim yapılamamakta. Herhangi bir nedenle babadan kalan toprağı (şimdilik) işleyen varis; bölüşüm net ve kesin olmadığı için arazide teknolojik yatırıma yönelik bir girişimde bulunmamakta. Bu durum rekabet gücümüzü azaltmakta ve üretimde kalite ve kantiteyi düşürmektedir.
–
– Tarım arazileri ve diğer işletmeler miktar ve kapasite olarak, ekonomik boyutun çok altında. Gıda üretim sektöründe entegre tesislerimiz bir elin parmağından az. Bir kuşak önce bir traktörle işlene-ebile-n arazide, üçe, beşe bölünen ve tamamı on dekar, yirmi dekar-cık- her miras için rantabl olmayan makine ve ekipman alındı. Bu neticeyi ülke düzeyinde düşündüğümüz zaman, önemli bir kısmını ithal ettiğimiz bu emtialara yüz yıldır döviz aktarıyoruz…
Sonuçta, atalarımızın kanla, canla aldığı bu zengin coğrafyadaki varlıkları, gelecek kuşaklara bir varsıllık olarak değil, bir sorun ve anlaşmazlık olarak miras bırakmaya devam ediyoruz